Beybaba Lakaplı Sadettin Morova Kimdir Hayatı

Saadettin Morova (1881-1963) 

Halk arasında Beybaba namı ile magruf komiteciydi. 

Çok genç yaşta Karadag'dan Selanik'e giderek Jöntürkler arasına karışmış, gizli görevle gönderildigi Bulgaristan'ın bir hudut köyünde kendini hissettirmeden birkaç ay Bulgar papazı kılıgında dolaşmış, daha sonra durumunun sezilmesi üzerine Türkiye'ye kaçmıştı.

İttihat ve Terakki devrinde Bagdat Polis Müdürlügü'ne tayin edilmiştir. Orada, daima beraberinde gezdirdigi köpeginin halk tarafından mukaddes olarak tanınan bir ölünün mezar taşını kirletmesi üzerine büyük hadise çıkmış ve halkın galeyanı üzerine canını zor kurtararak İstanbul'a dönmüştür. 

Kurtuluş Savaşı başlarken yine gizli vazife ile Adana'nın Karaisalı kazasına gitmiş ve Fransızlara karşı mukavemet teşkilatı içerisinde önemli hizmetlerde bulunmuştur. Daha sonra bu kazanın kaymakamlıgına atanmıştır. Adana cephesinde unutulmaz gayretlerine mükafat olarak, kendisine Atatürk'ün l1e tensibiyle Toroslardaki meşhur Pos Ormanı'nın işletilmesi verilmiştir. Fakat, bu büyük ormanı işletmede ve ticaret işlerinde bilineli bulunmaması ve idaresizligi yüzünden bu işi başaramamış, sıkıntılı bir hayat içerisine düşmüştür.

Daha sonra Ankara ve Eskişehir'de bazı milli istihbarat işlerinde takma adlarla görevalmış, en sonunda Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 25.6.1958 tarihinde kabul edilen 7141 sayılı Kanunla vatani hizmet tertibinden maaş baglanmıştır. 

Hatıraları Adana'da hala söylenip durmaktadır. 


* * *

Kerestecilik yaptığı dönemde ormanda çalışan bir işçi ile olan diyalogu 1978 yılında haftalık ufuk gazetesinde yayınlanmıştır:


Beybaba Kimdir?
1931 Yılında Adana ili Karaisalı ilçesinin pos ormanından kestirilen keresteler, Bayraklı deresiyle Seyhan nehrine naklediliyor ve oradan da Adana’ya taşınıyordu.
Babam rahmetli, bu nakliye işinin müteahhidi olarak çalışıyordu.
O zaman Orman işletmesinin müteahhidi olarak de Sadettin Bey adında bir zat var idi. Bunun müstear ismi, yani lakabı “BEYBABA” idi.
Ben babamın kâtipliğini yapıyordum ve henüz 17 yaşındaydım.
Keresteleri Bayraklı deresinden nehre ve oradan Adana’ya kadar 4 ay gibi uzun bir zamanda 300 işçi ile indirmiştik.
Tam Adana tren köprüsü civarına keresteler gelince nehrin önüne bağladık. Keresteleri dışarı çıkaracağımız sırada, kuvvetli bir sel geldi. Bağı kırdı.
Keresteler denize doğru yürümeye başladı. Bunu gören Adana’nın bilhassa fellah insanları:
- “Nehir getirdi, biz götürdük” diyerek, nehirdeki keresteleri kısmen evlerine taşıdılar. Bilâhare Orman İdaresi, duruma el koydu.
‘İhbar edene 20 kuruş verileceği ilan edildi’. Ve birçok ihbar geldi… Kerestenin büyük bir kısmı bu suretle tekrar ele geçirildi.
Fakat Orman İşletmesi müteahhidi Beybaba orman rüsûmünü yatırmamış olmasından sebep kerestelere Orman Müdürlüğü el koydu.
***
Devletin Ameleye Verecek Parası Yok
Biz, amele başı olarak getirme ücretimizi almak için ziraat vekaletine müracaat ettik. Bize telgrafla cevap verdiler.
- “Amele hakkı mahfuzdur. Keresteler satılınca hakkınız verilecektir” dediler.
Bunun üzerine Orman Müdürlüğü ameleyi Alanya’ya gönderecek kadar o zamanki kereste tüccarlarından bize para alıverdi. Ameleyi gönderdik.
Ben işleri takip için Adana’da kaldım.
Bu arada bir gazete de, aklımda kaldığına göre (Ahmet Emin Yalman’ın çıkardığı Vatan Gazetesi olsa gerek),
“Oyuncu bir Bar kızının bir buçuk milyon lira ile Türkiye’den Macaristan’a dönmekte olduğunu”yazmıştı.
Bu haber beni şok etti. Sanki bu millet parayı sokakta buldu da verdi. O zaman hükümetin bütçesi ancak bu kadardı. Hükümet bir senelik bütçesi mukabili parayı Macar oyuncusunun götürmesine nasıl müsaade ediyor, aklım bunu kabul etmedi.
‘Bunda bir esrar var, Beybaba’dan sorayım’ diyerek gazeteyi elime aldım. Ekseri Beybaba’nın gündüzleri bulunduğu, Yıldız Kıraathanesi’ne vardım. Beybaba bir masada birkaç adamla iskambil dedikleri oyunda idi. Karşısına dikildim, beni görünce;
- “Ne o Mustafa” diye sordu. Ben de gazetenin o kısmını göstererek dedim ki:
- “Macar oyuncuya para bulunuyor.. Efendim bunu çözemedim.
Ziraat vekaleti bize amelenin hakkını vermiyor. Parası yok. Kerestelerin satılmasını bekliyor. Fakat Macar oyuncuya bu kadar para veriyor. Bunun sizin tarafınızdan çözülmesini rica ediyorum.”
Beybaba, Kilisli Kör Mahmud diye maruf kâhyası ile birlikte bizi evine çağırdı ve:
- “Akşam ben sana bu hususu geniş geniş anlatayım” dedi.
Akşam dediği saatte Beybaba’nın evine gittik.
- “Çocuk seni gözüm tuttu. Bizim işimize yarayacaksın. Ve ileride seni büyük adam edeceğim” diye söze başladı ve şöyle devam etti:
“Oğlum bu milleti, birinin kıçını koklamadan (izahı ileride gelecek) kurtarmak için evvela nefis ve şehvet yollarını açtık ve ilk olarak Macaristan’dan bin oyuncu çingene kızı getirdik. Bunların en ustası ile İstanbul’da Daru’l-bedayi’ adında (şimdiki Şehir Tiyatrosunu) açtık. Ve sanattır diyerek genç kızları teşvik etmeğe başladık.
Barlar açtırdık. Gazinolarda çalıştırmak suretiyle yavaş-yavaş yerli halkın taassubunu kırarak sahnelere, barlara, gazinolara rağbeti temin ettik. Ve bugün artık, Macar çingenelerine ihtiyaç kalmadı. Yavaş-yavaş gönderiyoruz. Ancak giderken sırtlarındaki elbise ve pek cüz’i bir harçlıkla hudud dışı edildiler.
Fakat yerli halkı bu işe teşvik için birbuçuk milyon götürüldü, diye ilan edilir. Böylece, güzel kızları olan anne ve babalar özenirler: ‘Bizim kızımız yapamaz mı, yüz lira da mı alamaz, diye düşünerek adım-adım yaklaşırlar” dedi.
Bu hale milleti getirinceye kadar bunun gibi bir çok planlar tatbik ettiklerini söyledi.
Selanikliymiş!
Selanik asıllı olduğunu sonradan öğrendiğim, Beybaba, daha sonra şunları anlattı:
“Ben Rusya’da uzun zaman sağır görünerek kiliseye hizmet ettim. Ve İstanbul patrikhanesine çancı olarak gönderildim. Patrikhanede epey bir müddet sağır olarak çalıştım. Beni sağır diye söz saklamazlardı.
Ayrıca, ben seferberlikten önce, Adana’nın Karaisalı kazasında kaymakamlık yaptım. O zaman kızılbaşlara Babalık yapmıştım. Sizin getirdiğiniz keresteleri, bana ücretsiz taşıdılar. Daha ben neler gördüm ve neler geçirdim.
Mesela İstiklal muhakemesinden sonra istediğimiz inkılâpları yapmağa iki cihetten itiraz başladı.
Birisi siyasi idi. Harpte çarpışıp da kazananlar arasında bu mühim idi.
Diğeri de, arkasından gidilen büyük ve şöhret sahibi âlimler idi. Bunları yok etmek lazımdı.
BİRİNCİ mühim olan, siyasi ve fikri ayrılığı bulunanları temizlemekti. Bunun için “İzmir suikastı” tertiplendi. Bunda benim rolüm büyüktü. Bu suretle bir çok fikir muhalifi kimseler öldürüldü.
İKİNCİ olarak, arkasından gidilebilecek şöhret sahibi büyük âlimler geliyordu. “Menemen hadisesi” yapıldı. Edirne’den Van’a kadar şöhret sahibi âlimler, bu hadise ile alakalandırılarak, ele geçenler imha edildi.”
***
Şimdi de MEVLEVÎHANE’ye Gidiyor
“Ben tekkeleri kapatmak için Konya MEVLEVÎ tekkesine intisap ederek yemez-içmez dervişlik yaptım. Şöhrete ulaştım.
Oğlum, yemez-içmez adam yaşar mı? Ama, geceleri gizli yer, kimseye görünmezdim. Bir gün şeyhimiz öldü.
Benim yemez-içmez ve devamlı ibadetimden dolayı en ehil olarak şeyhlik makamına geçmemi uygun gördüler. “postnişîn” oldum.
Arkadaşları güzel idare ederek kendime bağladım. Ve yavaş-yavaş işlemeye başladım:
“Mevlânâ Celâleddin-i Rumî Hazretleri’nin O kadar büyük dereceyi kazanması, sohbet esnasında ŞEMSİ TEBRİZî ile şarap içti, bilahere nasuh bir tevbe edip bu dereceye erişti, bizim de aynı yolu takip etmemiz lazım” diyerek işledim.
Bir gün şarabı tekkeye soktum. Dışarda bu işi tezgahlayanlar da vardı. Güzel kadınlar da hazırlandı. Şarap içince, tabii şişede durduğu gibi durmadı, sohbet kadınsız olmaz dedik, kadınları da tekkeye soktuk. Onlar da raks etmeye başladılar.
Kadınların raksı ile SEMA dedikleri, böylece birbirine karıştı. Kısaca tekke, meyhane ve kerhane haline getirildi.
Muayyen günlerde insanlara da bu durumu teşhir ettim. Sarhoş dervişlerle kadınların SEMA yapması, RAKSI, zıplamaları, hoplamaları derken TARİKATın ahlâksızlık olduğuna seyircileri inandırdıktan sonra, bu durumda, tarikatların ve tekkelerin artık kapatılmasının gerekli olduğu hakkında rapor vererek, MEVLEVÎ tekkesinden ayrıldım. Ve benim raporumla tekkeler, tarikatlar suçüstü yakalandı.”
Selanik asıllı Beybaba, bana dönerek devam etti:
“Oğlum kötülüğünü göstermeden kapatsak, halk tepki gösterirdi. Buna mahal bırakmadık. Ben Selanik’liyim. Bunları söylemekten maksadım beni tanımanızdır. Ben seni yanıma alıp yetiştireceğim.”
***
Bu sözlerini, uzun süre hayretler içerisinde dinleyip ayrıldıktan sonra, otele gelirken, yanımdaki kâhya’ya, Kilisli Kör Mahmud’a sordum:
- “Bu Beybaba’nın; ‘Milleti, birbirlerinin kıçını koklamaktan kurtardık” demesi nedir?
Kâhya:
- “Anlamadın mı?.. Cemaatle namaz kılmak, arka arkaya değil mi?” dedi. Ben de:
- “Anladım da, ancak senin nasıl anladığını öğrenmek için sordum”, dedim.
Sonradan, Kâhya’nın anlattığına göre, bu adama, Beybaba denilmesinin sebebi, milyonlarca liralık araziye sahip olmasıymış! Çok zenginmiş...
Gittiği kahvede bütün oturanların çay paralarını, oturduğu lokantada yemek yiyenlerin bütün ücretlerini ödemesinden dolayı, halk ona bu ismi takmış.
Kâhya ayrıca,
- “Bu adamın, karısı adına Selanik’te bir buçuk milyon liralık (o zamanın parasıyla) mal ve arazisi var, diye, Adana’dan sürülen Rumların hanları, dükkânları ve çiftlikleri bu adama verildi. Adana’nın en zengini oldu. Güya Rumlara da Selanikte’ki arazileri verilmiş..” dedi.
Efendi Hazretlerinin (k.s.) bize bildirdiği:
“MEVLEVÎ tarikatını tahrif eden Yahudi dönmesinin” perde arkasındaki kimliğini okuyucuların firaset ve iz’anlarına sunuyoruz.

Merhum Hilmi Türkmen Kimdir Hayatı

Bazı yerlerde Hilmi Türkmen ismi geçmesi nedeni ile araştırmak isteyenler için bu yazı sadece arşiv amaçlı olarak konmuştur..  

* * *

Muhterem okuyucularım, önümüzdeki gelecek hafta içindeki 10 haziran 2009 tarihi, merhûm Hilmi Türkmen hocamızın ölümünün dördüncü sene-i devriyesidir.

Bu münasebetle hem merhûm hocamızın muazzez rûhunu rahmetle yâd etmek ve hem de onun mümtaz şahsiyeti ve geçmişi hakkında bilinenleri kamuoyu ile paylaşmak maksadıyla köşemizi iki hafta süresince merhûma tahsis etmeyi münasip gördük.

Yazının muhteviyatı itibariyle iki bölüm hâlinde yayınlanması gerektiğinden ikinci bölümünü de 08 haziran 2009 pazartesi günü yayınlamış olacağız. Mevzua ilgi gösterebilecek kıymetli okuyucularımıza bu durumu arz etmek istiyorum.

Rahmetli Hilmi Türkmen hocamız, asâletiyle, şahsiyetiyle, dinî ve siyasî alandaki dürüst ve şaibesiz hizmetleriyle “Tarsus'un Mihenk Taşlarından” birisiydi. Ancak buna rağmen; vaktiyle Sayın Kocamaz'a da muhalif olması belki bunun bir gerekçesi olmuş mudur, tabii bundan da emîn değiliz; Tarsus Belediyesinin Kültür Yayınlarından ve “Tarsus'un Değerleri” adı verilen “sözde” derlemeye girecek kadar “değerli” görülmeyişinden mütevellit olacak ki bu kitapçıkta isminden hiç söz edilmiyor. Böylesine basit bir çalışmada bile sarf-ı nazar edilerek yok sayılması, onun mümtaz geçmişine ve asâletine aslâ halel getirmeyeceği âşikârdır. Ancak bu kadirşinaslığı gösteremeyenlerden de, inş'Allah indi ilahî nezdinde kendisiyle beraber muhakkak ki biz de dâvâcı olacağız.

Tarsus'un işgâli yılarında amcası “Dede Ağa” çete kumandanıydı. Dede Ağa vaktiyle medrese eğitiminden geçmişti. Asıl maişetini kervancılıktan elde etmekteydi. Kastamonu, Zonguldak ve Sinop'a kadar gidip gelen deve kervanını çekerdi. Kervan giderken pamuk götürür, dönerken de Tosya pirinci getirirdi. Dedesi Mehmet Kiya, Osmanlı döneminde devlet hizmeti/umuru görmüş toplumda saygın birisiydi. Babasının, köye yolu düşen yolcuların, tanrı müsafirlerinin, garip gurebânın, devlet memurlarının geçicici olarak konaklamasına tahsis ettiği “odası” vardı.

Merhûm Hilmi Türkmen, 1937 yılında Tarsus'ta doğmuştu. İlk eğitimini babası Mehmet Türkmen'in bu yöndeki talebi üzerine Kurbanlı köyünde, köy imamından aldı. Babası köyde görev yapan imamların bütün iaşe ve ibâtesini temin ederdi. Bekâr olanlarına ise “oda”sını tahsis ederdi. Köydeki ilk eğitiminin ardından İsmet İnönü'nün başbakanlığı döneminde Türkiye'de üç dört merkezden biriside Tarsus'ta açılan ilk resmî Kur'ân Kursunda, Buharalı Hacı Abdullah (Aker) hoca efendinin rahle-i tedrisinden geçerek hâfızlığını burada ikmal etti (1953). Vatanî vazifesini Ezine'de yaptı. Üstâz Süleyman Hilmi Tunahan hazretlerinin talebelerinden birisiydi. Askerlik öncesi ve sonrasında Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatında Kur'ân kursu hocalığı, bölge vaizliği ve müftülük vazifelerinde bulundu.

1969-1973 yılları arasında Adalet Partisi Mersin, 1973-1977 yılları arasında ise Demokratik Parti milletvekili olarak siyasetle iştigâl etti. Evli ve beş çocuk babasıydı. Üç yaşından beri iyi, kötü gününde hep en yakınında bulunan küçük kardeşi Erdoğan Türkmen, kendisiyle aynı zamanda gerçek bir dost ve arkadaştı.

Aynı yıl 1953'te Alanya'ya giderek, Üstâz Süleyman Hilmi Tunahan'ın saygın talebelerinden “Çırpanlı Hoca Efendi'den” Arapça tedrisatı gördü. Üç yıl süre ile 'tekamül' eğitimini aldıktan sonra, Osmaniye Müftülüğüne bağlı Kur'ân kurslarında tekamül eğitimi verdi.

Askerlik vazifesine 1957 yılının haziran ayında, Çanakkale Ezine'de başladı. Rahmetli Yaşar Tunagör hoca efendi o sırada Ezine Müftüsüydü.

Askerlik vazifesini yapmakta iken, müftü bey'in tayininin Hindistan'a çıkması dolayısıyla, o devrin Demokrat Parti Milletvekili Ezineli İskender Bey ve diğer eşrâfın ilmine ve şahsiyetine gösterdikleri teveccüh itibariyle resmen Ezine Müftülüğüne vekâlet etmişti. Askerlik vazifesinden 1959 yılının mayıs ayının sonunda terhis edildi.

Askerlik dönüşünde İstanbul'da, o vakitler henüz hayatta bulunan üstâz Süleyman Hilmi Tunahan hazretlerinin tedris halkasına girdi. İstanbul'da üstâzın vefatına takaddüm eden yıllara kadar bizzat tefsir dersleri alan birkaç şanslı talebeden birisi de Hilmi Türkmen olmuştur.  Bu dönemde aynı zamanda Araştırmacı Yazar Kadir Mısıroğlu ile tanışmak imkânı buldu ve birbirleriyle yakın dostluk kurdular.    

Aynı dönemde bir yandan Topçular Kurân Kursu talebelerine de ders okutuyor, ayrıca Eminönü Yeni Camii'nde de gayri resmî olarak vaizlik yapıyordu. Üstâz hayatta iken onun muvafakati ve himayesi ile birçok camii de vaiz olarak görevlendirmeler yapılabilmekte iken ölümünden sonra ve Süleyman Demirel'in başbakan olmasından itibaren bu görevlendirmelere Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından artık müsaade edilmez olmuştu.

Hocasının vefatından sonra Diyanet İşlerinde memur oldu. Diyanet İşleri Başkanlığınca açılan “Müftü ve Vaizlik” imtihanını kazanarak “Bölge Vaizi” görevine tayin edildi. 1960 yılına kadar Gaziantep, Kahramanmaraş, Adıyaman, Malatya ve Elaziz illeri bölgesinden sorumlu Bölge Vaizi olarak hizmet verdi. Bu görevine 1960 askerî darbesi ve ihtilâli münasebetiyle bir müddet ara vermek mecbûriyetinde kaldı ve kısa süreli de olsa ticaretle iştigal etti. Darbe sonrasında 1962 yılında İskenderun'da vaiz olarak tekrar görev aldı. 1963 yılında da Mersin'e vaiz olarak tayin olundu.

Mersin'deki vaizlik görevini 1969 yılına kadar sürdürmüş iken tayininin Tokat'a çıkarılması sebebiyle bu görevden ayrılmış ve 12 Ekim 1969 da gerçekleştirilen milletvekili seçiminde, Adalet Partisi Mersin Milletvekili olarak seçilmiştir. Meclisin 32 yaşında ve en genç milletvekillerinden birisiydi.    

Bu dönemden sonra siyasî hayatı başlayacaktır. Bu seçim öncesinde kamuoyunda Demirel'in masonluğu pek yoğun olarak tartışılıyor ve konuşuluyordur. Kendisi de seçim çalışmaları esnasında Demirel'in mason olduğunu her fırsatta dile getirmekten, halkı bu hususta bilgilendirmekten kaçınmıyordu.

Hem Demirel masondur diyorsun, hem de onun partisinden milletvekili adayı oluyorsun, bu nasıl iştir böyle, diye soranlara; “Evet, doğrudur. Ancak milletvekili seçilerek meclise gidersem onunla bizzat orada mücadele etmeye gidiyorum” şeklinde bir savunma da bulunmuştu. Gerçekten milletvekilliğinin henüz, daha birinci ayında iken Demirel'e karşı parti içi muhalefeti başlatmıştır.      

Milletvekilliği sürecinde umumiyetle muhafazakâr tabandan gelen ve kamuoyunda “102'ler Gurubu” olarak bilinen gurupla ortak hareket etti. Parti içi muhalefet kanadı olarak Demirel'e bir muhtıra verdiler.

Muhtıra sonrasında bu gurupta yer alan bir kısım milletvekilleri üzerinde uygulanan baskı ve ayartmalar neticesinde gurubu teşkil eden milletvekili sayısı 72'ye düştü. Milletvekili Türkmen, bu gurupla birlikte hareket ederek parti içi muhalefete büyük güç verdi. Bu gurupta, önceki gurup gibi Demirel'e daha sonradan adına “72'ler muhtırası” adı verilen bir muhtıra verdi.

* * *

Parti içi muhalefet Demirel'i hayli sıkıntıya sokuyordu. Bu yüzden parti içi muhalefeti tasfiye etmek maksadıyla Demirel, kendisine çok yakın bir isimle birlikte Tarsuslu bir iş adamını aracı olarak Türkmen'e göndermiştir. Türkmen'in “ömür boyu milletvekilliğinin garanti edilmesi şartıyla” parti içi muhalefet gurubundan ayrılması teklif ediliyordu. Ancak böylesine büyük ve önemli bir teklif karşısında bile “Nebevî bir duruş” göstererek bu teklifi elinin tersi ile itekleyerek inançlı ve ısrarlı mücadelesini sürdürmüştür. Parti içindeki mücadelesine, vakit geçtikçe sayıları azalan parti içi muhalefet ile “41'lerle” birlikte devam etmiştir.        

Demirel hükümeti aleyhine, bir güven oylaması sırasında 41'ler gurubu olarak muhalefet partisi ile müşterek hareket etmişler ve “kırmızı oy” kullanarak hükümetin düşmesine sebep olmuşlardı. Bundan sonra Türk siyaset tarihinde uzun süre başarısız koalisyon hükümetlerinin görev yaptığı istikrarsız yıllar yaşanacaktır.

Dört yıl süren milletvekilliği süresince 150 dönüm tarlasını bu işte harcıâlem etmekten çekinmemiş, bazıları gibi seçilmiş olmayı fırsat bilerek “Karunlaşmaya tevessül etmeyerek yetkiliyken de 'dürüst siyasetin' yapılabileceğini” göstermiştir.

1970 yılında gerçekleşen bir güven oylaması sırasında cemaatiyle arasının ilk kez açılmasına sebep olarak gördüğü ve yaşadığı bir hatırâsı çok dikkât çekicidir.

Kemal Kacar Bey, kendisi gibi aynı zamanda milletvekili ve cemaatin de “lideri” konumundaydı. Kemal Kacar Bey ile parti içi muhalefet olarak bilinen “102'ler ve 72'ler Gurubunda” da müşterek hareket etmekteydiler. Ancak iş, daha sonra aynı muhalefetin hareketi olarak “41'ler“ seviyesine düşünce; Kemal Kacar Bey'in de tavrı değişmişti. Güven oylamasında “kırmızı” değil de “beyaz oy” verelim teklifi karşısında sâbit kadem kalarak teklifi kabul etmemiş ve bir ömür boyu sürecek olan cemaatle kendi arasındaki kırgınlığın başlangıcı böylece ortaya çıkmış olacaktı. Bu hâdise sebebiyle kendisine karşı öyle bir olumsuz tavır takınılacaktı ki zaman zaman cemaat mensupları tarafından hiçte hak etmediği(!) muamelelere mâruz kalacaktı. 

1973 -1977 yıllarında Demokratik Parti Mersin Milletvekili iken, parti genel başkanı Ferruh Bozbeyli ile birlikte siyaset yapan 48 milletvekilinden birisi olarak siyasete devam etti. Bu gurupta yer alan milletvekillerinin ekserisi, daha önceden Adalet Partisine mensup olup ancak parti içi muhalefet yaparak hükümetin düşmesini sağlayan milletvekilleriydi. Ne yazık ki 1977 seçimleri geldiğinde Demirel'in meşhûr baskı ve ayartma taktikleri neticesinde 48 milletvekilinin sayısı 18'e kadar inmişti. Kendi ifadesiyle, “Dünyâda para ile adam satın almakta Demirel'in üstünde kimse yoktur” diyen milletvekili Sadettin Bilgiç bile aynı taktik ile ikna edilmişti.

1977 seçimlerinde Demokrat Partiden Mersin milletvekili adayı olarak tekrar seçime girdiyse de partisi bütün Türkiye çapında yeterli oy alamayınca milletvekili seçilemedi.
Bütün âilesini Ankara'dan getirerek, köyüne döndü. Köyündeki babasından mîras kalan toprak damlı eski ve harâbe hâldeki evlerine taşındı. Bir yıl süre ile köyde ikâmet etti. Daha sonra da üç yıl süre ile borçlanmak suretiyle Tarsus'tan satın aldığı daireye taşındı.


Ecevit hükümeti döneminde Enerji Bakanı Deniz Baykal'ın müşavirliğine tayin edilinceye kadar düzenli ve sürekli bir geliri bulunmadığından çoluk çocuğun maişet meselesini eş dosttan aldığı borç para ile temin ediyordu. Bakanlık müşavirliği ile diğer hizmetleri birleştirilerek güç belâ olsa da emeklilik hakkını sonunda elde edebilmişti.

Tam bir ilim ehliydi. Geniş bir kitaplığı vardı. Bundan sonraki hayâtını din ve Kur'ân hizmetlerine vakfetti. Akça Tekir yaylası girişinde inşa edilen Bahşiş Kur'ân Kursunun bir yılda bitirilmesi ve hizmete açılmasında çok büyük emek, gayret ve mesai sarf etmişti.

Yayla havasını çok severdi. İlk yayla mevsiminde Akça Tekir'deki yayla evine taşınır, yayla mevsiminin son gününe kadar yayla da kalırdı. Akça Tekir yaylası ana ulaşım güzergâhı otoyolun hemen kenarında bulunduğundan dolayı, onun yayla evi modern zamanların uğrak mekânları gibiydi. Müsafirin birisi akşam giderken ötekisi sabah demeden gelirdi. Müsafiri hemen hemen hiç noksan olmazdı, sofrası sürekli açık olurdu. Sözlü kültür geleneğine çok yatkındı. Müsafirleri onun sohbetinden büyük zevk aldıklarından zaman zaman sabah namazına kadar süren sohbetleri olurdu. Çok büyük bir hatipti. Kendisinin sohbetlerinden müstefîd olan müsafirleriyle sohbet etmekten büyük lezzet alırdı. Onlara karşı büyük bir muhabbetle mukabele eder, tevazu göstererek kendi eliyle çeşitli ikramlarda bulunurdu. Hâfızası çok güçlüydü. Türkiye'de özellikle yakın tarihimizin birçok meselelerine çok geniş vukufiyeti olan pek az sayıda insanlardan birisiydi.

Eline geçen emekli maaşının, âilesinin nafakasına tahsis ettiği kısmının dışındakini bütünüyle din hizmetleri yolunda, fakir, muhtaç ve düşkünlere tasadduk eder, elinde birikmesine fırsat vermezdi.

Yine bir yayla mevsiminin başında iken Akça Tekir yaylasında 10 Haziran 2006 tarihinde, “zatürree” hastalığı teşhisiyle hastalandı ve akabinde de 69 yaşında ebedî hayâta irtihal etti. Birinci cenaze namazı Tarsus Ulu Camii'nde kılındı, cenaze alayına iştirak edenler mahşerî bir kalabalık teşkil etti. Cenazesi şehir mezarlığında defnedildi.

Son okuduğu kitabın iç kapak sayfasına kendi el yazısıyla; “Eceli yakın bu köhne dünyânın, sefil nizamını görmeye ve yükünü taşımaya gücüm kalmadı. Tek niyâzım âhirete mû'min olarak gidebilmektir” şeklinde düştüğü not hayli ilginç ve bir o kadar da mânidar bir ifadeyi dile getirmekteydi. İnş'Allah mû'min olarak gitmiştir.

Kendisini yakından bilip tanıyan bir dostumuza göre, “21.yüz yılın Tarsus'ta yaşayan Ebûzer'iydi.” Kendisini en fazla sahiplenmesi gerekenler, maalesef mânâsız bir inat uğrunda ve ahde vefa etmeyip cenazesine bile tavır koymuşlardı.

Ancak buna rağmen cenaze namazı iki defa kılınması nasip olan şanslı kullardan birisi de o oldu. Allah umduğuna nâil, kaygısından emîn eyleyip makâmını Cennet kılsın.

Âmin.

Ahmet Ak - Yenidendogus.net